22 Ekim 2013 Salı

Cumhuriyet’in dil politikaları ve Kürtçe



Fehim Işık



Dil ile siyaset arasında yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki, özellikle Cumhuriyet’in kuruluşu döneminde dili, siyasetin bir parçası olarak ulus-devletin inşasında kullanılan en önemli araçlardan biri haline getirmiştir. Cumhuriyet yöneticilerinin Fransızlardan çarpık bir şekilde devşirerek aldığı ve tüm katılığıyla uyguladığı politika ile ne yazık ki dillerin, kültürlerin ve giderek ulusların yok edilmesinde, etkisizleştirilmesinde başarılı da olunmuştur.


Fransızlar 1789’dan günümüze ulus-devlet inşası ile dilin yaygın kullanımına dönük uygulamaları birbirinden ayırmamışlar. Bir diğer deyimle politikalarını dilleri yasaklayarak Fransızcayı etkin kılmak yerine toplum içinde konuşulma oranı yüzde 40’larda olan Fransızcanın daha çok konuşulması üzerine tayin etmişler. Ancak aynı durum Türkiye’de, özellikle Lozan Antlaşmasının imzalanmasından ve 1924 Anayasası’nın kabulünden hemen sonra dillerin, kimliklerin yasaklanmasıyla yaşama geçirilmiştir.



Osmanlı bakiyesinin Türkçülük atağı


Osmanlı’nın bakiyesi olarak kurulan Türkiye devleti, esasen Türklüğün de güçlü bir kimlik olmadığı dönemde ortaya çıktı. İlk dönemlerde ‘hayalci’ Turancılık ile ‘realist’ Türklük akımının karşı karşıya geldiği, giderek Osmanlı bakiyesi yeni Anadolu ve Trakya sınırlarına razı olan İttihat Terakki mantığının egemen olmasıyla Türklük akımının öne çıktığı kuruluş yılları, elbet diğer kimliklerin, dillerin reddedilmesi ve bitirilmesi esası üzerine oturtuldu. Irkçılığın yadsınamaz bir parçası olan bu mentalite, daha sonraki yıllarda Alman faşizmine ilham kaynağı olabilecek kadar etkin bir biçimde uygulandı.

Bu dönemin temel uygulamalarından biri alfabenin kısa sürede değiştirilerek yeni bir alfabeye geçişin sağlanmasıdır. 1924 ile 1928 yılları arasında yeni kimliği oturtmaya, kadrolarını yetiştirmeye başlayan Kemalistler, 1928 yılında 10-15 gün gibi kısa bir sürede Latin Alfabesine geçiş yaparak, eski alfabenin kullanılmasını yasakladı. Bu çok anlaşılır bir şeydi. Çünkü yeni bir kimlik inşası için eskinin tümden unutulması, yok edilmesi, yeni neslin eskiden kopuk yetiştirilmesi hedefleniyordu.



Alfabenin Latinceleştirilmesi köklerden kopuş isteğidir


Alfabenin kısa sürede değiştirilmesi amacının daha somut anlaşılması açısından bir ara anekdot olarak kısa bir karşılaştırmadan söz etmek gerek.

2011 yılında Kürt dilinin en geniş kongresi 300 delegenin katılımıyla Diyarbakır’da Cegerxwîn Kültür Merkezi’nde yapılıyordu. Kürdistan’ın dört parçasından ve dünyanın dört bir yanından Kürt dili üzerine çalışan uzmanlar gelmişti. Bu kongrede Kürt alfabesinin tekleştirilmesi konusu tartışıldığında, Arap alfabesini kullanan katılımcılardan biri Kemalizm’in alfabeyi kısa sürede değiştirme girişimini örnek verdi. İlk etapta olumlu ve ilerici bir örnek olarak algılanacak bu yaklaşımının giderek nasıl ırkçılığa evrildiğini anlattı. O güne kadar Kürtlerin Latin alfabesine dönüşünü savunanların önemli bir bölümü de bu karşılaştırmadan sonra görüşlerini gözden geçirmek durumunda kaldılar. Görüşlerini gözden geçirenlerden biri de bendim.

Kürtlerin tarih boyunca ürettiği eserlerden 60 bine yakını Arap alfabesi, 4 bine yakını ise Latin alfabesi ile yazılmış. Mevcut 60 bin eseri Latinceye kazandırmadan alfabeyi tekleştirmek, hele bunu siyasal bir kararla dayatmaya kalkmak Kürtlerin önemli bir bölümünün köklerinden kopması gibi bir riski de beraberinde getirebilir ki bu köklerden kopmayı da sağlayacak ciddi bir risktir.

Atatürk, alfabeyi siyasal bir kararla Latinceye çevirip eski alfabeyi yasaklarken, esasen yeni oluşturacağı Türklüğün tohumlarını da atıyordu. Yani o risk almıyor, tam aksine bilinçli bir tutumla toplumu köklerinden kopararak yeni bir kimlik inşasına yöneliyordu. Bugün bile toplumun başına musallat olan ve bir türlü aşılamayan ırkçı uygulamaların ilk ve en önemlisi bu alfabe değişimi olmuştur.

Türklüğü asıl kimlik olarak dayatma alfabenin değişimi ile sınırlı kalmadı.



Güneş Dil Teorisi bir ‘dilbilim’ ucubesidir


Alfabenin tekleştirilmesi, ırkçılığı bir üst noktaya taşıyan, faşizmle buluşturan “Güneş Dil Teorisi” ile sürdürüldü. 1930’larda Atatürk’ün komutası altında yaşama geçirilen bu ucube ‘dilbilim’ teorisi, dünyadaki tüm dillerin kökeninin Türkçeye dayandığı iddiasındaydı. Okullarda ders olarak okutulan, dünyadaki tüm dilleri ve giderek ırkları Türkçeye ve Türklüğe bağlayan bu politikalar, 1932’lerde Türk Dil Kurumu’nun kurulması ile daha organize yürütülmeye başlandı.



1938’den sonra Türkçülüğün semereleri alındı


Alfabenin tekleştirildiği, “Güneş Dil Teorisi”nin yaşama geçirildiği, Türk Dil Kurumu’nun kurulduğu bu yıllarda Kürtler henüz tam olarak yenilmemişti. Birçok Kürt ayaklanması bastırılmış, liderler idam edilmiş, öldürülmüş olmakla birlikte Dersim “çıbanbaşı” olmaya devam ediyor, Kürdistan’ın her köşesinde medreseler eğitimlerini sürdürüyorlardı. Her şeye rağmen Cumhuriyet henüz her alana hükmedecek durumda değildi.

Cumhuriyet’in esas egemenliği; bir diğer deyimle Kürtlere ve Kürtçeye baskın gelmesi, egemen olması 1938 ve sonrasındadır. 1938’lere kadar Kürtler dışında toplumun Türk olmayan kesimleri büyük çoğunlukla Türkleştirilmiş, Müslüman olmayan halkların ya ülkeden kaçmaları ya da kendi kabuklarına çekilerek sessiz ve tepkisiz kalmaları sağlanmışken Kürtlerin rejimin politikalarına teslim olmaları daha çok 1938’lerden sonra yaşanmaya başlanmıştır. Türkiye’de 1938’lerden 1963’lere kadar Kürtlük ve Kürtçe, yenilen, giderek yiten ve yok edilen bir kimliktir.

1938 ile 1963 yılları arasında Kürtçe en büyük zulmü yaşamıştır. Dil yasaklanmakla kalmamış dili konuşanlara para cezaları kesilmiştir. Kürt sözcüğünü kullananlara ciddi yaptırımlar uygulanmıştır. Soyadı Kanunu bu yıllardan sonra yoğun bir şekilde uygulanmış, tüm köyler gezilerek Kürtlere başı-sonu Türk ile biten soyadları verilmiş, çocuklara Türklüğü çağrıştıran isimler konulmuştur. Bu yıllarda asimilasyon da en acımasız biçimiyle uygulanmış, Kürtler ve tabi ki Türkiye’de yaşayan diğer halklar bir bütün olarak köklerinden kopartılmak, Türkleştirilmek istenmiştir.

Atatürk’ün ölümünden sonra da Türklük esaslı politikaların devlet katında ne kadar ciddiye alındığını, Türkçü politikaların, iktidarı ele geçirenlerin sağ ya da sol kesimde yer aldıklarına bakılmaksızın ideolojik kimliklerinden bağımsız bir biçimde uygulandığını rahatlıkla gözleyebiliyoruz.

CHP’ye tepki olarak ciddi bir çoğunluk ile iktidarı ele geçiren Demokrat Parti’nin uygulamaları bu açıdan önemli bir örnektir. DP, Kemalizm’in öbür korkusu dini kullanarak iktidara gelmiş olmasına rağmen dini toplumun diğer kesimlerinin yanı sıra Kürtlere karşı da kullanmış; Kürdistan’da açtığı İmam Hatipler aracılığıyla Kürtleri medreselerinden koparmış; Kürtler ile devleti ciddi biçimde okullarda bir araya getirerek asimilasyonu din üzerinden sürdürmüştür.

Kürtleri 1951’lerde eğitime başlayan İmam Hatipler üzerinden devletle buluşturan DP’nin uygulamaları 27 Mayıs Askeri Darbesi ile kesintiye uğradı ama Kürtlere ve Kürtçeye dönük kirli politikalarda zerre kesinti olmadı.

27 Mayıs Darbesi’nden bir müddet sonra toplanan ilk Bakanlar Kurulu toplantısında, Irak’ın ikinci resmi dilinin Kürtçe olması tartışılmaktadır. 1958 yılındaki Abdülkerim Kasım Darbesi’nden sonra iktidarı ele geçiren Iraklılar Kürtlerle birlikte hareket ederek yeni bir anayasa yazdılar. Anayasa, Irak’ı Kürtlerden ve Araplardan oluşan bir topluluk olarak tanımlarken o güne kadar yasaklı olmayan, 1930’lardan sonra eğitimde de kullanılan Kürtçeyi, ülkenin ikinci resmi dili olarak kabul ediyordu.

Darbenin Bakanlar Kurulu bunun önüne geçmenin yöntemlerini tartışıyordu. Nihayetinde başarılı da oldular. Dönemin darbe hükümeti yoğun diplomasi sonucu, Irak’ta, Kuzey Kürtlerinin de yoğun kullandığı Kurmanci lehçesinin değil, Kuzey’de hiç kullanılmayan Sorani lehçesinin resmi dil olarak eğitimde ve yaşamda kullanılmasını sağladılar.

Irak’ta kısa süren bahar, Abdülkerim Kasım iktidarının Nasır milliyetçiliğinin kulvarında kulaç atması ve Kürtlerin 1961 yılında yeniden dağa geri çekilmeleri ile son buldu ki bu politikada Türkiye’nin payının olmadığını da söyleyemeyiz.



Mücadele 1960’lardan sonra yeniden şekillendi


1960’ların başlarında Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (T-KDP) kurulması, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Meclis’e girmeyi başarması, 1968 gençliğinin dünyada yakaladığı devrimci damarın sol ve sosyalist düşüncelerin gelişimine sağladığı etki ve nihayetinde 1970’lerin ortalarından itibaren Kuzey Kürtlerinin bağımsız örgütlenmeleri, yok edilmeye çalışılan Kürtçenin yaşamdaki yerini yeniden almaya başlamasını sağladı. 1975 ile 1980 yılları arasında sayıları sınırlı da olsa tirajları yüksek Kürtçe veya Kürtçe-Türkçe dergi, gazete ve kitaplar yayınlanmaya başlandı. Elbet, 1960–1970 yılları arasında da bu çaba var. Ancak Cumhuriyet sonrasında Kürtçeye dönük ilgi yaygın olarak andığımız yıllardadır. En önemlisi ise bu yıllarda Kürdistan’ın diğer parçaları ile diyaloglar geliştirilerek bu parçalarda üretilen eserlerin bir kısmının Kuzey Kürtlerine de kazandırılması sağlanmıştır.



12 Eylül’ün örneksiz yasakları


1980 Askeri Darbesi halkların gelişen devrimci mücadelesine verilen bir yanıttı. 1980 yılı, aynı zamanda dile dönük, özellikle de Kürtçeye dönük yasağın dünyadaki en ucube yasayla buluştuğu yılın adıdır. Darbe generalleri 2932 sayılı yasa ile Kürtçenin adını kullanmadan Kürtçenin konuşulmasını bile yasakladılar. Bu yasa, yasakçılığın vardığı nokta açısından dünyada ilk örneklerden biridir de...

Konuşma yasağı yaşamda yerini bulmasa bile görsel ve basılı medyada bu yasanın etkileri 1988 yılına kadar tamamen, kaldırıldığı 1991 yılına kadar ise kısmen sürdü.

2932 sayılı yasa, Türkiye Devletinin tanıdığı devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki tüm dillerde konuşmayı, bu dilleri yazılı ve görsel medyada kullanmayı yasaklıyordu. Birinci resmi dil vurgusunun bir temel nedeni de, Irak Anayasası’nda Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabulüydü.



Direniş yasakları kadükleştirdi


Kürtler tüm engellere rağmen 1988’lerden sonra yeniden Kürtçe yayıncılığa başladı. 1990’lar Kürtçenin giderek kitlesel zemin bulmaya ve Kürtlerin dillerini sahiplenmeye başladığı yıllar oldu. Bu nedenledir ki darbenin eseri olan yasa, yalnız kadükleşmekle kalmadı, bir utanç abidesine dönüştü ve nihayetinde 1991 yılında Özal tarafından kaldırıldı.

2000’ler ve sonrası ise Kürtlerin bir tek yasakları yerle bir etmeye başladığı yıllar değil, aynı zamanda devlete yasa ve yönetmelikler bazında ciddi geri adımlar da attırılan yıllar oldu. Bu yıllarda devlet, Kürtçeyi fiili olarak kabul etmek zorunda kalmadı aynı zamanda yasa ve yönetmelik değişiklikleriyle, Kürtçenin adını anmasa bile kullanımı önündeki engellemeleri kısmi olarak kaldırmaya başladı.

Özel Kürtçe dershanelerin açılması Avrupa Birliği Uyum Yasaları adı altında yapılan değişiklikler sonrasında AKP iktidarının hemen öncesinde gerçekleşti. Devlet televizyonunda haftada iki gün 45’er dakikalık Kurmanci ve Zazaki lehçelerinde yayın yapılması; TRT 6’nın 24 saat Kürtçe yayına başlaması; devlet okullarında yaşayan diller adı altında haftalık 2 saat seçmeli Kürtçe dersinin yasalaştırılması; Anadolu Ajansı’nın Kürtçe servisinin açılması ve en nihayetinde Kürtçenin siyasi partiler tarafından kullanılmasına dönük engellemelerin kaldırılacağı ile özel okullarda Kürtçe eğitimin serbest bırakılacağının açıklanması ise AKP döneminde dil politikaları açısından gelinen durumun özetidir.



Kazanımlar mücadelenin sonucudur


Daha öncesini saymazsak bile bu konuyla ilgili başat tartışmalardan biri AKP’nin Cumhuriyet politikalarına rağmen Kürtler lehine iyi niyetli adımlar attığı yönündedir. Kürtlerin ağır bedeller vererek bugüne getirdiği mücadeleden habersiz olursak, Kürtçe önündeki tarihsel yasakları ve asimilatif, yok edici politikaları bilmezsek elbet denilenlerin doğruluğuna inanabiliriz.

Ama durum hiç de yapılan değişiklikleri AKP’nin yiğitliğine bağlayanların dediği gibi değil. Kürtler elde edilen her hakkın, atılan her adımın bedelini en ağır biçimde ödediler; hala ödemeye devam ediyorlar...

Özal 2932 sayılı yasayı kaldırdığında, Kürtler yasayı yerle bir etmiş, onlarca, yüzlerce Kürtçe yayın çıkarmaya başlamışlardı. AKP öncesinde özel Kürtçe dershanelerin açılması serbest bırakıldığında onlarca Kürt kurumu zaten Kürtçe dil derslerini fiili olarak sürdürüyorlardı. Burada tek yapılan fiili sürdürülen bir uygulamayı yasa ve yönetmeliklerle denetlenebilir duruma getirmekti. Zaten Cumhuriyet’in kemikleşmiş bürokratları kapı-pencere boyları ile uğraşarak ona da fırsat vermedi.

Devlet televizyonu 45’er dakikalık böcek çiçek belgeselini Kurmanci ve Zazaca yayınlamaya başladığında uydudan Kürtçe yayın yapan ve her eve ulaşan en az 4 kanal vardı. TRT 6’nın yayına başlaması, 45 dakikalık ucube yayının yetmediği görülünce gündeme geldi ve uygulandı. 2 saatlik seçmeli dersin devlet okullarında verilmesinin önünün açılması, AA’nın Kürtçe yayına başlaması, Kürtçenin siyasi partiler tarafından kullanılması; zaten her biri Kürtlerin kendi gerçeklikleri içinde fiilen uygulamaya başladığı ve devletin engelleyemediği kazanımlardır. Özel okullarda anadille eğitim ise eminim ki göstermelik olmaktan öteye gitmeyecek ve devletin bastıramadığı Kürt özgürlük mücadelesini bu kez dil ve eğitim üzerinden alt etmek için rantsal temelde yürüteceği alanlar olarak kullanılmaktan bir adım öteye taşınmayacaktır.



Kazanımları fiili ve meşru mücadele kalıcılaştırır


Devletin Türkçülük ve Türkleştirme eksenli politikalarının Kürt dili bazında hali pür melali budur. Bunu aşmanın ise tek yolu var.

Bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da fiili ve meşru uygulamaları gündemleştirmek...

Kürtler belki Ankara’da iktidar olamadı ama çok açıktır ki Kürdistan’da yerel iktidarın önemli bir bölümünü ellerinde tutuyorlar. Yerelden başlayarak devletin Kürt diline ve elbet bölgede yok edilen, yok edilmeye çalışılan diğer dillere dönük politikalarını deneyimlerden yararlanarak etkisizleştirmek, kadükleştirmek, hatta yerle bir etmek mümkündür.

Yeter ki istensin ve örgütlensin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder