16 Eylül 2013 Pazartesi

İstanbul Milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder'in Evrensel Röportajı [Serpil İlgün]





Başbakan’ın etrafındaki karargah değişti


SIRRI SÜREYYA ÖNDER'LE SÜRECİ, YEREL SEÇİMLERİ VE HDP'Yİ KONUŞTUK


KCK Yürütme Konseyi’nin geçtiğimiz hafta yaptığı “çekilmeyi durdurduk” açıklaması, çözüm sürecini yakından takip edenler için sürpriz olmadı. Zira, hükümetin sürecin ilerlemesine dönük kayda değer tek bir adım atmamasını her fırsatta eleştiren KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, 1 Eylül’e kadar adım atılmaması halinde çekilmeyi durduracaklarını daha önce söylemişti.

Hükümet kararı önemsememiş gibi davransa da, bu tavırla çelişen uzunlukta ‘güvenlik’ toplantıları yaptı. Derde deva olmaktan uzak ‘demokrasi paketi’ masaya yatırıldı ama “bu hafta açıklanacak” denilen paket yine ötelendi. AKP yanlıları eski “birbirine düşürme” taktiğine sarıldı ve “Kandil, İmralı’yı devre dışı bıraktı” yorumları yeniden sahaya sürüldü. Peki, gerçekte ne oluyor? AKP neden adım atmıyor? Süreç, AKP için “seçimleri atlatma” manevrası mı? BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’le, çözüm sürecinin yaşadığı krizi konuştuk. İmralı ve Kandil’in reflekslerini iyi bilen Önder, çözüm süreci odaklı söyleşimizde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarından adaylığına, pek çok başlığa ilişkin sorularımızı da yanıtladı.



KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’nın “çekilmeyi durduruyoruz” açıklamasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kararın öne çıkan iki vurgusu var. Birisi geri çekilmenin durdurulması; diğeri, ateşkesin sürdürülmesi. Söylenmek istenen, hükümetin baştan beri sürdürdüğü ağırkanlı, yavaş ve bu işi “ucuza kapatma” yaklaşımını, Kürtlerin ciddiyetsizlik olarak algıladıkları. Tarihsel hafızalarında bu algıyı haklı kılacak birçok şey var. Bugüne kadar dokuz kez yürütülmüş bu tür süreçlerde Kürtler bir deneyim kazandı. Ne zaman “ucuza kapatılmak” isteniyor bu iş, ne zaman yüzeysel yaklaşılıyor, artık bunu ayırt edebilecek durumdalar. Buna tahammül etmeyeceklerini gösterdiler bu kararla, ama aynı karardaki ateşkesle de barış iradesinin arkasında durmaya devam edeceklerini gösterdiler.


Bu ötelemeler ve ağırdan almalar, “Erdoğan süreci başlattı ama çözümden vazgeçti, artık bunu sürdürmek istemiyor” tespitini sizce de güçlendiriyor mu?

Önce şöyle bir şema yapmak istiyorum. Devletin bu konuda görevlendirdiği bir heyet var. Bunun içinde bakanlar, MİT vb. yapılar, danışmanlar falan yer alıyor. Bir de siyasi iradenin bizatihi kendisi var. Bu ikili yapının yürütmeyle ilgili kısmında bir sorun olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Çünkü, bizatihi bu meselenin içinde ve günbegün muhatabı olmanın yarattığı bir deneyim birikmesi, bir hafıza oluştu. Burası gerek Sayın Öcalan’ın, gerek Kürt siyasal hareketinin reflekslerini ve ciddiyetini birinci elden biliyor. Fakat siyasi irade sınıfsal temsiliyeti gereği, konjonktürün de dayatmasıyla oradan oraya savrulabiliyor. Yani birincisi konjonktür. İkincisi, seçim hesabı yapıyorlar. Kamuoyu yoklamalarını fazlaca fetişleştirdiler. Verili siyaset yapıyorlar. Anadil eğitimi dillendirilmeye başlandığında 4-5 puan kaybettikleri gibi bir veri indiriliyor bu siyasetçilerin önüne. Fakat şu anda Başbakan’ın etrafındaki karargah, çözüm süreci başladığı zaman inisiyatifli kıldığı karargah değil.


Değişti mi?

Değişti bence.


Ne zaman değişti?

Ağırlık noktası Gezi ile birlikte değişti. Gezi ile birlikte Sayın Başbakan’ın etrafında “sizi yiyecekler” diyen ve bunu her gün tekrar eden bir yapı var.


Başbakan’ı buna inandırdılar mı sizce?

Bir insan düşünün ki her gün “sizi yiyecekler” bombardımanına maruz kalmış, çok sağlıklı ve uzun vadeli bakabilmesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla hükümet inayette bulunan, kerem eyleyen ve uygun göreceği şartlarda, zamanlarda ve miktarlarda bunu yapabilecek bir muktedir yapıyken, Gezi ile birlikte demokrasi talebinin Türkiye’nin temel talebi olduğu, alınır verilir bir şey olmadığı bilince çıktı. Bu bilince çıkınca, hükümetin elinde lütfeyleyen bir yapı resmi tuzla buz oldu. Yeni fotoğrafı anlamaya ve sindirmeye çalışıyorlar! Anlarlarsa süreç kalıcı bir barışa evrilecek. Anlamazlarsa, bu siyasi yapının tasfiyesiyle sonuçlanacaktır.

Gerek çözüm süreci ve gerek Gezi’ye dair politika değişikliği görünürde yok. Tablo böyleyken, bu anlamama durumu tasfiye dışında başka ağır sonuçlara da yol açabilir mi?
Bu tür toplumsal süreçler söz konusu olduğunda bu kesinlikte konuşmaktan biraz beri durmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü multi faktöryel bir durumdan bahsediyoruz. Dolayısıyla böyle çok çerçevelenmiş A, B, C şıkkı gibi kategorik başlıklar oluşturamayız. Bildiğim şu, Sayın Öcalan’ın bu tür süreçleri kavrama ve belli pratikleri önerme, geliştirme biçiminde çözümsüzlük diye bir şey yok.


O halde “Türkiye sürecin başladığı Ocak 2013’ten önceki tabloya geri dönmez, bunu Türkiye halkı da onaylamaz” değerlendirmesine katılıyorsunuz?

Evet, eğer bilindik anlamda ocaktan önceki fiili çatışma sürecini kastediyorsak, kişisel olarak bunun olmayacağını düşünüyorum. Ama ortaya şu soru çıkıyor; demokratik siyaset yapma yöntemlerini bu hükümet -Gezi pratiği de gösterdi ki- terörist faaliyet olarak algılıyor. Dolayısıyla, Kandil otursa oturduğu yerde, hiçbir şey yapmasa -bir an için böyle düşünsek bile- demokratik siyaset hakkını talep eden ya da taleplerini demokratik siyaset yoluyla dile getiren geniş halk kesimleri alanlara çıktığında hükümet buna ne kadar tahammül edecek? Elimizde de bu soruya demokrasi lehine yürek ferahlatan bir cevabımız yok. Dolayısıyla ocak öncesine o şekliyle, o biçimiyle dönmeyiz. Ama muhtemeldir ki, hükümetteki bu aymazlık devam ederse, o günleri mumla arayabiliriz. Onun için var gücümüzle, sürecin hak ettiği ciddiyetle ele alınmasını ve sürdürülmesini savunmalıyız, katkımızı bu yönde geliştirmeliyiz diye düşünüyorum.


“Çözüm sürecinin geleceği Başbakan’ın iki dudağının arasında, Arınç gibi yol arkadaşları bile bu konuda etki edemiyor” gibi bir görüntü sunuluyor. Öyle midir?

Müesses nizam görünen o ki bu süreci sürdürme konusunda bir kesin yöntem değişikliği ya da yapısal yöntem değişikliği yapmamış durumda. Onun için tek başına Başbakan’ın şahsi olarak fikir değiştirmesi evet, bu süreci mutlaka etkiler ama “belirler mi” sorusunun cevabı bence kocaman bir “hayır”. Müesses nizam temsilcisini değiştirir. Başka türlü düşünmek bu işin sosyolojik gerçekliğini gözden uzak tutmak olur.


Nedir sosyolojik gerçeklik?

Şu; süreç hükümet tarafından ya da Tayyip Erdoğan tarafından lütfedilen bir şey değil. Bu konuda Türkiye devleti akla gelebilecek bütün diğer yöntemlerin hepsini denedi. Bu da Kürtleri birbirine kenetlendirmekten, savaşan Kürtleri de çoğaltmaktan başka işe yaramadı. Onun için geldiler bu noktaya. Dolayısıyla bu bir devlet kararıdır. Devletten kastettiğim de hükümet bunun önemli bir bileşenidir. Bildiğim şey şu, üst düzey bir devlet toplantısında, diyelim ki Milli Güvenlik Kurulu benzeri bir toplantıda, askerler bugüne kadar yürüttükleri yöntemlerle sonuç alamayacaklarını net bir dille hükümete bildirdikten sonra süreç buraya evrildi. Yani hükümet savaşarak çözüm almayı belki de tercih ederdi. Ama sahada savaşan unsurları, bu şekilde netice alamayacaklarını çok kesin bir dille hükümete beyan ettiler, süreç biraz da ondan sonra başladı.



SÜREÇ, KÜRTLERİN İSTEDİĞİ GİBİ BİTECEK


Siz de değindiniz AKP liberallerle, cemaatle vb. ters düştü. Seçimi de düşünürsek, önemli dayanaklarını kaybeden AKP ne yapacak?

İç iktidar kavgaları daima iki sonuçla ilerler. Ya bir tasfiye ya yeni bir uzlaşma. AKP’nin iç ittifaklarından cemaat, Kürt meselesinde neredeyse KCK’nin önerdiği noktaya geldi. Hatırlayalım, anadilde eğitim meselesinde Yazarlar Vakfı’nın verdiği cevapta, “Siz niye ihaleyi bizim üstümüze yıkıyorsunuz, biz kendimizi bağlamışız, anadilde eğitim diyoruz, bunu da veriyoruz okullarımızda” demesiyle bu ilüzyon önemli ölçüde yara aldı. Dolayısıyla iktidarların iç çatışmaları bu süreci etkiler ama bu o kadar uzun boylu olmaz; ya bir tasfiye olur ya da yeni bir denge oluşur. Şu an ne bir tasfiye ne de yeni bir dengeden söz etmek mümkün değil ama oraya doğru gidiyor.


Yeni denge, çözümün lehinde mi oluşacak?

Valla bu söyleyeceğimin bilimsel bir temeli yok, sadece görgüye dayalı; bu süreç Kürtlerin istediği gibi bitecek. Başkaca hiçbir şansı yok. Çünkü diğer tüm paradigmalar eskimiş ve hayatta tekabül ettiği bir karşılık söz konusu değil.



HDK, HİÇBİR ŞEYİ ESKİSİ GİBİ YAPMAMA PRATİĞİ ÜZERİNDEN ŞEKİLLENİYOR


HDK, batıda HDP, doğuda BDP çatısı altında seçime girme kararını açıkladı. Bu ikili durum neden? Ek olarak, bu durumun Kürt tabanında rahatsızlık yarattığına dair haberler çıkmıştı. Var mıdır bunun karşılığı?

Yok. HDK bir kere BDP’nin de bileşeni olduğu bir yapı. Ta 2011 seçimlerinde oluşturduğumuz ittifakın vücudiyet bulmuş, kalıcılaşmış şekli. Dolayısıyla böyle bir şey olmadığı gibi şu var; yerel seçime az bir zaman kala teknik olarak bunu hayata geçirmekte pratikte güçlük çekeriz diye düşündük. Yerel seçimlerden sonra bu yapılar tekleşecektir. Dolayısıyla yerel seçimlere az bir zaman kalmış olmasının yarattığı pratik bir zorunluluk.


HDP yerel seçimleri nasıl ele alıyor? Gezi eylemleriyle ortaya çıkan muhalefetle nasıl birleşmeyi düşünüyor?

Biz artık hali hazırdaki sistem partilerinin -özellikle Gezi ile birlikte kendini iyice açığa vuran- toplumun beklentilerini karşılayacak oylumda olmadığını düşünüyoruz. Bütün partilerin ağzında bir sakız, Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorlar ama herkes her şeyi eskisi gibi yapmaya devam ediyor. HDK pratiği biraz, hiçbir şeyi eskisi gibi yapmama pratiği üzerinden şekillenmekte. Burada özellikle kadın temsiliyeti ön plana çıkacak, diğer partilerin neredeyse görmezlikten geldiği şey, bizim tüm çalışmamızın ve yapılanmamızın ana aksını oluşturacak. LGBT temsiliyetinden tutun, inanç temsiliyetine varana değin herkesin kendisini içinde hissedeceği, sadece içinde hissetmekle kalmayıp etkileyebileceğini, dönüştürebileceğini, yer yer belirleyebileceğini görebileceği bir pratikle halkın karşısına çıkıyoruz. Bizim vaatlerden oluşan bir seçim kampanyamız olmayacak, biz aslında insanlara şunu hatırlatacağız; kendiniz için nasıl bir hayat düşlüyorsunuz? Bir günü nasıl geçirmek istiyorsunuz? İşte bu sorulara insanların aslında çoktandır kafalarında oluşturdukları cevapların bir programa dönüşmüş hali olacak bizim seçim manifestomuz.



CHP BU SEÇİMDE DARMADAĞIN OLACAK


CHP, İP, MHP ittifakı dillendiriliyor. Ege’de bu yakınlaşmaların başladığını biliyoruz. Gerçi Kılıçdaroğlu geçtiğimiz gün bunu reddetti…

Kılıçdaroğlu reddetti ama partisinin sözcüsü neredeyse kalp krizi geçirecek! Haluk Koç “bu bizim partimizin düşüncesi değildir ama kişisel olarak ben elbette ki böyle bir ittifakın olmasını arzu ederim” dedi. İlk “MHP ile ittifak yapacaklar” sözü çıktığında İP yoktu içinde. Salt MHP vardı. Eğer orası ciddi bir siyasi parti olsa ya ertesi gün bu ittifak meselesini görüşmeleri gerekirdi ya da Haluk Koç’a bir tekme atmaları gerekirdi zarifçe, münasip bir yerine! Bir pejmürdeliktir orada yaşanan. Fakat buna üzüldüğümü söyleyemem. Çünkü darmadağın olacaklar bu seçimde. Adaysız kalabilirler!



ŞAHSİ ADAYIM BEN DEĞİLİM!


İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığınızla ilgili çokça spekülasyon yapılıyor. Onlardan biri de Hilal Kaplan’ın 4 Eylül’de yazdığı “BDP seçmeni Sarıgül’e Kurban Olsun mu?” başlıklı yazı. Hilal Hanım sizin HDP Başkanlığı önerisini reddetmenizi, CHP ile ittifak içine girilebileceğine dair bir işaret fişeği olarak değerlendirmiş. Ne diyorsunuz? Aday olma ihtimaliniz CHP’yi ürkütüyor mu?


O yazıyı ben de okudum. Bunun bir kısmına benim sebep olduğumu düşünüyorum.


Nasıl?

“CHP’nin yaptırdığı anketlerde ben çıkıyorum” lafını ben söyledim. Bu tamamen benim sorumluluğum ve hatam. “İstanbul için kimi görmek istersiniz” denildiğinde çok şaşırdılar CHP’liler. Başka bir partiden isim önerileceğini düşünmüyorlar. Bunu bize bizzat CHP’li vekiller aktardılar. CHP’ye çok net bir cevap verdim hem Gürsel Tekin üzerinden, hem Mustafa Sarıgül üzerinden. Gürsel Tekin, 500 bin Kürt oyunu alacağını söylemişti. Yanıtımda Gürsel Tekin’in şahsını kastediyor değildim, “siz bir siyasal çizgi olarak bu halkın evladına terörist, liderine hain derseniz, dilini tanımazsanız, vatandaşlıkta Türklüğe fit ol derseniz, bu halk size verse verse bir mezura verir, onunla da boyunuzun ölçüsünü alırsınız” dedim! Sarıgül konusunda da CHP kendini tamamen inkar etme noktasında. Bekliyorum, ne yapacaklar? Şu soruya bir karşılıkları yok; E kardeşim siz bu adamı bariz hırsızlığı var diye partinizden attınız, şimdi de “umudumuz Sarıgül” diyonuz, peki utanmayacak mısınız? Sen bu kadar derbeder bir halle mi bu kente yeni bir umut olacaksın? Kendi siyasal yapısından bir tane belediye başkan adayı çıkaramayanlar dönüp bize “durun, oyumuzu bölmeyin” mi diyecekler? Dolayısıyla hükümet yanlısı değerlendirmeler de CHP menşeili değerlendirmeler de bizim derdimiz değil, gündemimiz de değil.


Adaylığa kişisel olarak mesafeli durduğunuz anlaşılıyor. Bu mesele parti içinde nasıl karşılanıyor peki? Yeni bir bilgi var mı, beklentileri karşılayacak?

İnsanların gözden uzak tuttuğu şu; biz bir bileşenler toplamıyız. Ve kendi içimizdeki demokrasiyi yok saydığımız, birtakım isimleri popülerliği ile dayattığımız zaman, bu, kendi demokratlığımızı kendimizin tekzip etmesi anlamına gelir. Ben kişisel olarak bu yapı içinde yer aldığımda hiçbir görevi kendim talep etmedim. Bizim kendi karar süreçlerimiz neyi öngördüyse onu elimden gelenin en iyisini yapacak şekilde yerine getirmeye çalıştım. Bunda da böyle olacak. Ama bana “Şahsi adayın kim?” diye sorarsanız, şahsi adayım ben değilim! Bunu tartışacağız, aday belirleme komisyonlarımız oluşacak. Biz de var gücümüzle bütün yurt sathında belirlediğimiz adayların yanında durmaya devam edeceğiz.



SEÇİM ODAKLI BAKMAK MESELEYİ KÜÇÜLTÜR


KCK açıklamasında seçim vurgusu yapılmış olması, “AKP seçim sonrasında eski paradigmaya dönecek” kaygısını güçlendirmiş mi oldu, ne dersiniz?

Açıkçası ben bunun seçim odaklı bir yaklaşımla verilmiş bir karar olduğunu düşünmüyorum. Bu biraz meseleyi küçümsemek gibi de olur… Nitekim, 15 Ekim’e kadar ne yapılacaksa yapılacak noktasına gelindi. Böyle bir aldatılmışlık duygusunun Kürt halkına geçmesi durumunda, Kürt halkının reflekslerinin ne olacağını da kestiriyor artık. Devlet dediğimizi o kadar yabana atmamak gerekiyor. Dolayısıyla bunun seçim odaklı bir yapı üzerine inşa edildiği fikri bana pek açıklayıcı gelmiyor.


Sadece seçim üzerine inşa etmek değil belki ama seçim önemli bir eşik, ne dersiniz?

Mutlaka. Kürtler bugüne kadar onlarca hükümet tasfiye ettiler. Bu konuda savaşı seçen hükümetlerin hiçbiri uzun ömürlü olmadı. Dolayısıyla bu yapı da tasfiye olur. Artık devlette ve hükümette böyle bir birikim olduğunu düşünüyorum. Onun için seçim amaçlı bir fırsatçı yaklaşım yerine şuraya odaklanalım bence: Hükümet dedi ki, “ben Kürt siyasal hareketinden bağımsız bir Kürt kamuoyu oluştururum, dolayısıyla bu meseleyi Kürt siyasal hareketinin insiyatifinden çıkarırım.” Buna dönük adımlar da attı, bir sürü sağcı Kürdü piyasaya sürdü. Bunlar hükümeti aldattılar, ben öyle düşünüyorum.


Nasıl aldattılar?

“Şu savaş hali ortadan kalksın, halk koşarak bizim boynumuza sarılacaktır” dediler! Hükümet de buna inandı. Bu yalan patladı. Hükümet “ben bu işi böylece ucuza kapatırım” dedi, elindeki enstrümanlar da bunlardı. Birkaç tanesini piyasaya sürdü. Baktı ki Kürt halkı bunlara tenezzül etmiyor, “eyvah bunlar bizi aldattı” dedi ve dikkat edersen hepsi piyasadan çekildi. Hükümetin bu konudaki temennilerinden önemli bir kısmı böylece boşa düştü. “Türkiye kamuoyunu tamamen benim yürüttüğüm politikanın meşruiyetine ikna ederim” dedi. Bunda da dövüşmediği hiçbir müttefiki kalmadı. Çünkü net bir demokrasi mi, başka yöntemler mi meselesinde artık bir yol ayırımına gelindi ve demokrasiyi henüz içselleştiremediklerini faş edince, etraflarında kimse kalmadı. O öfkeyle, kalan köprüleri de kendileri attılar.


Akil insanlar mekanizması da böyle miydi?

Akil insan mekanizmasını dizayn ederken de, program dayatırken de böyle düşünceleri vardı. Onlar da halkla buluşunca, hükümetin beklediği taleplerle geri dönüş yapmadılar. Ben bütün akil insan raporlarını okudum. Bir iki bölgeyi çıkarırsanız geri kalan raporlar yer yer KCK’den daha ileri talepler içeriyor. Dolayısıyla buralardan okumak daha açıklayıcı olur diye düşünüyorum.



Son dönemde AKP hükümeti, Kürt tarafından gelen eleştiri ve uyarıları, öncekilere göre dozu daha düşük sözlerle karşılıyor. Bu değişikliğin nedeni ne?

Birincisi, genel olarak barışa dönük yaklaşımların Türkiye kamuoyu tarafından yüksek bir yerde kıymetlendirilmiş olması. İkincisi, bugün Kürt siyasal hareketine dönük toplumun değişik kesimlerinde önemli bir güven duygusu ve görüş değiştirme diyeceğimiz bir şey oluştu. Bunda Kürt siyasal hareketinin gösterdiği ciddiyetin ve şeffaflığın önemli bir payı var. Artık eskisi gibi psikolojik harp enstrümanlarıyla kamuoyunu yönlendiremezsiniz. Öyle olunca, eski cümlelerle yürütememenin verdiği bir temkinlilik hali diyebilirim.



GEZİ, AKP’NİN BOĞAZINDA BİR YUMRU


ODTÜ, ardından Hatay’da Ahmet Atakan’ın katledilmesiyle ilgili protestolar yine vahşi bir polis şiddetiyle yanıt buluyor. Erdoğan bu kadar sıkışmışken, yeni bir cephe ısrarını neden sürdürüyor?

Gezi AKP’nin boğazında bir yumru. Ne yutabildi, ne tükürebiliyor. Bunu hazmedebilirlerse, yani demokratik siyaset temelli bir ülke talebini kavrayıp içselleştirebilirlerse, bu memleket öncekine nazaran çok daha güzel ve yaşanır bir yer olur. Bunu sezemezlerse, gereğini yapamazlarsa, tasfiye ile sonuçlanır.


AKP Gezi’nin rövanşını alacak, sokak eylemlerini de buna dayanak yapacak tezine ne diyorsunuz?

Toplumsal olayların rövanşı olmaz. Çünkü bileşenleri değişir, olaylar değişir, zeminler değişir dolayısıyla rövanştan bahsedilmez böyle işlerde.


Peki Erdoğan yeniden başlayan eylemleri gerekçe yapıp, Gezi'de ortaya çıkan toplumsal muhalefeti sindirmeyi, dağıtmayı istemez mi?

İster ama bak hiçbir karşılık bulmuyor. Kendi savunucuları, gönüllü savunucuları ya da ücretli savunucuları bile artık duruma bir kılıf bulmakta çile çekiyorlar! Dolayısıyla bunun yol olmadığını görecektir.



SOLUN DA GEZİ'Yİ SİNDİRMESİ GEREKİYOR


Sizce “Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, sol için ne kadar karşılık buldu?

Bu işler bir günde olmaz. Bunları bizim de sindirebilmemiz, sonuçlar çıkarabilmemiz için hükümete söylediğimiz her şeyi kendimize de söylememiz gerekiyor. Bunu ne kadar kavrayabildiğimizi süreç gösterecek. Ama şu an en azından bilinç düzeyinde bütün sol siyasi yapıların bundan önemli sonuçlar çıkardığını biliyorum. Pratiğe ne kadar dönüştürebileceğiz, hangi yapılar dönüştürebilecek, bunu da süreçle birlikte göreceğiz.



HİÇBİR YANLIŞ KENDİ KENDİNE DÜZELMEZ


“İçerde ve dışarıda savaş” durumu gündelik hayata bu kadar sızmışken, Batı’da dişe dokunur bir barış mücadelesinden söz edemiyoruz. Neden?

Kolay değil. Şimdi mağdurluk söylemi hükümetin tekeline geçmiş durumda! Muazzam bir zihinsel ambargo yöntemleriyle mağduriyetin adını kendileri olarak dillendiriyorlar. Türkiye halklarının emeğe, demokrasiye daha iyi bir dünya mümkündür ülküsüne inanan kısmının ne tür zulümlere duçar olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Bu dönüşüm bir günde olmaz. Bu toparlanma da bir günde olmaz. Bu konudaki irade ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum. Geri kalanı bizim bunu ne kadar okuyabildiğimizle alakalı. Hiçbir yanlış kendi kendine düzelmez, doğru bir önderlik, inat ve sebat içeren bir çalışma gerekir.


Türkiye halkının yüzde 80’inin çözümü istediğini, bunun arkasında durduğunu bizzat Başbakan açıklamıştı. Ama çözüm isteği ile kalıcı bir barışın gereklerinden biri olan eşitlik meselesi arasında büyük bir mesafe var. Neden sizce?

O da düzelecek. O konuda da iş ve görev bize düşüyor. Eşitlik fikrini bıkmadan usanmadan başta kendi pratiğimizle insanlara göstermemiz gerekiyor. Evet bir oksimoron durum var gözüküyor ama bunun için kızamayacağımız tek şey halkın kendisi.


Bu nokta, Gezi’nin nasıl yol alacağı ile de ilgili mi?

Türkiye halkının özeleştirisidir Gezi. Bu, Delil Karakoçan’a ait bir tanımlama. Ben de bütün kalbimle benimsiyorum. Ama heba olup gidebilir, bir şeye dönüştürülebilir. Bu da bizim elimizdedir.



BULGARİSTAN’DA TÜRKLER İÇİN TALEP ETTİĞİNİ KÜRTLERE DE LAYIK GÖRMELİSİN


Anadilde eğitim, dolayısıyla anayasa değişikliği sürecin kilit noktalarından. Öte yandan “kırmızı çizgiler”in korunacağı ve komisyonda bir uzlaşı çıkmayacağı artık herkesin kabulü. Önce anadil meselesini ele alalım. Siz komisyona anadilin 19 ülkede nasıl hayata geçirildiğine ilişkin bir dosya sundunuz, bir de tıkanmayı aşacak bir formül önerdiniz. Neydi o formül?

Hükümetin anadil konusunda kendisine dönük baskılara karşı geliştirdiği temel bir argüman var; “Türklerin hassasiyeti bana oy kaybı olarak yansıyor. Bana kalsa yapacağım ama böyle böyle bir hassasiyetle boğuşuyorum” şeklinde. Ben de onu gerçek hayattan izole edecek, bu kaygılar gerçek değilse de bu söylemi teşhir edecek bir formül olarak düşündüm. "Siz Türk’ün böyle bir endişesi varsa, ilgili madeninin birinci fıkrasında bunu teminat altına alabilirsiniz, ikinci fıkrada da Kürtlerin yükselen ve artık geriye döndürülmesi mümkün olmayan taleplerine bir güvence oluşturursunuz. Bu da birbirini tekzip etmeyen bütünlüklü içerik şeklinde yapılabilir. Böyle yapan ülke anayasaları var" diyerek, diğer ülke anayasalarından bir derleme yaptık. Bunlar kamuoyunda yeterince dillendirildiği zaman MHP’yi bile etkileyeceğini düşünüyorum. Çünkü tutarlılık denen bir şey gözetmek zorunda insanlar. Sen Bulgaristan’da asimilasyona uğratılmaya çalışılan Türkler için vaktiyle haklar talep etmişsin. Bulgaristan’da Türkler için talep ettiğini, buradaki Kürtlere de layık görmelisin. Kamuoyunda karşılık buldu ama fazlaca sürdürülmedi bu tartışma. Bence biraz kanaat odaklarının, sivil toplumun ve değişik temsiliyetlerin meseleyi buradan tartışmasına ihtiyaç var.


Bu durumda BDP ne yapacak? Selahattin Demirtaş “muhalefeti sertleştiririz” demişti. Bundan ne anlayalım?

Bizim yakın dönem siyasi tarihimizde BDP kadar iftiraya, sistemli yıpratılma ve itibarsızlaşma politikasına maruz kalan bir ikinci parti yok. BDP ve diğer Kürt siyasi partileri. Kısmen belki 65-69 TİP’ini sayabiliriz, o kadar. Buna rağmen BDP hep barışı dillendiren ve aslında kendi deneyimi ve dayandığı gerçeklik itibarıyla gerçekçi önerilerde bulunan halim selim bir parti olma hüviyetini hiç elden bırakmadı. Bambaşka muhalefetler de geliştirmek mümkünken, söz konusu insan hayatı olduğu için bu konuda çok temkinli, ölçülü ve ciddiyetle davrandı. Ama bir siyasal yapının bir tahammül kapasitesi vardır. Böyle düşündüğünüzde tıpkı Filistin Kurtuluş Örgütü-Hamas örneğinde olduğu gibi başka bir siyasal yapı çıkar. Çünkü illüzyon taleplerden bahsetmiyoruz. Halkın gün gün yaşadığı, hissettiği bir sıkıntıdan söz ediyoruz. Dolayısıyla Sayın Demirtaş, “bu konuda bizden beklenen, bizim de benimsediğimiz çözüme dönük öneriler geliştirme ve tavrını sürekli uzlaşmadan, barıştan yana kullanan tutumumuzu daha fazla sürdüremeyiz”i kastediyor olsa gerek. Çünkü bunun bir adım sonrası halk tarafından artık ciddiye alınmamak, yeterince temsil edilmediğini düşünmek gibi bir noktaya gider.


http://www.evrensel.net/news.php?id=68063

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder